MÜSLÜMANIN ŞAHSİYET İNŞÂSI

MÜSLÜMANIN ŞAHSİYET İNŞÂSI


İslâmî telâkkide insan; ferd/birey değil, şahıs/özel bir kişi ve kişiliktir. Hattâ her insan ayrı bir âlem, ayrı bir dünyâdır. Allah’ın insanı kendi sûretinde yaratmış olması[1] gerçeği, onun basit bir yaratık olmadığını gösterir. Allah insana kendini ve diğer varlıkları geliştirebilme özelliği vererek onu diğer varlıklar arasında imtiyazlı kılmıştır. Şahsiyet olarak hiçbir insan, diğerinin aynı değildir. Bir şahıstan diğerine değişen psikolojik ve fizyolojik eşikler, refleks ve meyiller bulunmaktadır.

İslâm’da cemiyet; kalplerindeki îmânla birleşen, bu sorumluluğu yüreklerinde hisseden ve omuzlarında taşıyan şahsiyetlerden oluşan cemaat ya da topluluk demektir. İslâm’da cemiyet fert ya da bireylerden  oluşan; dışarıdan aldığı emir ve kumandalarla hareket eden, toplum mühendislerince manipüle edilip şekillendirilen bir sürü değildir.

İslam cemiyetinde şahsiyet inşası, kişinin özgüvenden güvene ve oradan da güven toplumu inşasına yönelik değerler kazanımı için gerçekleştirilecek faaliyetler bütünüdür. İslâm cemiyetinde şahıs, cemiyete/topluma sığınan birey olmaktan ve sadece kendini kurtarma çabası içinde bulunmaktan çok, kendi sorumluluğu ile toplum sorumluluğunu aynı oranda hisseden kimsedir. Böyle özelliklere sahip kişiler hilkat gâyesine ve varoluş felsefesine yönelmiş demektir. Müslüman şahsiyetin inşâsında yaratılış gayesine ermenin ve üsve-i hasene denilen büyük modelin çok anlamlı ve önemli bir yeri vardır.

Büyük model Hz. Peygamber (a.s.)’dir. Sevgi, modele uymada önemli bir motivasyondur. Çünkü seven sevdiğine itâat eder.  Bu düşünceden hareketle gerçek sevgiye ulaşmak için kul planında nefsin başka şeylere meylini azaltarak gönülden masiva denilen Hakk’ın dışındaki her şeyin sevgisini çıkarmak gerekir. Kur’an’daki: Allah insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır[2] âyeti, bir bakıma gönülde iki tür sevginin aynı anda bulunamayacağını ifâde eder. Çünkü sevginin kemâli, kalbin bütün mevcûdiyeti ile Allah’ı ve Rasûlü’nü sevmesidir.

İnsanı insan yapan ve fazîlete erdiren özellik şahsiyet; yâni karakter ve kişiliktir. O yüzden denilmiştir ki: İnsanoğlu dehâya hayrandır, ama şahsiyetin/karakterin peşinden gider. Nitekim insana saygınlık kazandıran disiplin, çalışkanlık ve başarı gibi özellikler karakter ve kişiliğin üzerine ilâve edildiğinde bir anlam ifâde eder. Şahsiyet; yâni kişilik bir ise, diğerleri onun sağına ilâve edilen sıfırlar mesâbesindedir. Nasıl soldaki sayı silinince sağdaki sıfırlar bir anlam ifâde etmiyorsa, kişilik ve şahsiyet olmadan fazîlet ve erdemler bir değer ifâde etmez.

Müslüman şahsiyeti imandan sonra insanın sâhip olduğu insânî içgüdü ve güçleri dengeli bir biçimde kontrol edebilmesi, hürriyet, adalet ve merhamet gibi değerleri kuşanması ile tamamlanır. İnsanda üç önemli güç ve içgüdü bulunmaktadır: Akıl, gazap ve şehvet. Bu üç kuvvetin üç derecesi vardır: İfrât, tefrît ve vasat. İfrât en ileri ve yukarı, tefrit en geri ve aşağı derecesi, vasat ise orta ve itidâl çizgisidir.[3]

Aklın yukarı derecesi cerbeze ya da şeytânettir. Aşağısı hamâkat ya da gabâvet, ortası ise hikmettir. Aklın cerbeze ve şeytânet denilen ileri noktada bulunması, kişinin kendinden başkasının görüşünü doğru kabul etmemesi, kimsenin nasîhatine kulak asmaması ve ortak aklı önemsememesi gibi ârızalar taşır.

Aklın aşağı derecesi olan hamâkat ve gabâvet, insanın bönlük ve âcizliğidir. Aklın ileri noktası da geri noktası da şahsiyeti yaralar. Aklın güzelleşip değer hâline gelmesi, doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt edebilecek seviyeye yükselmesi demektir. Aklın salâh ve kemâli sâyesinde insan hikmete erer. Çünkü hikmet, aklın itidâl çizgisinde bulunması ve ondan fazilet ve güzelliklerin sâdır olmasıdır. Aklı itidâl çizgisinde tutamayan, rûhî bakımdan hasta kabûl edilir. Mutedil bir akıl sâhibi, hikmet ehlidir. Hikmet insan için en büyük değerdir. Hikmet ehli fâzîletlere ve insani değerlere sahiptir. Çünkü iyilik ve ahlâkın başı hikmettir.

Hikmet Kur’an’ın ifâdesiyle Peygamberimiz’in kitapla birlikte bize; ümmetine ve topyekün insanlığa öğrettiği yararlı ve ince bilgilerdir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: Size kendi içinizden âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim ederek bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.[4]

Hikmet ilimden farklıdır. İlim mutlak mânâda okuyarak ve üstaddan elde edilen bilgi demek olduğu halde hikmet olayların ve varlıkların arka planını, derinliğini kavramak, sebepler üzerine kafa yorarak onları yorumlamaktır. Hikmet bir bakıma ibret alma, basîret nazarıyla bakma anlamına gelir. Bu yüzden Allah Teâlâ: Hikmeti dilediğine verdiğini, kime de hikmet verildiyse büyük bir hayra mazhar olacağını[5] haber vermektedir. Hikmet; derin, faydalı ve insana huzur ve mutluluk veren bilgi ve düşüncenin adıdır. Doğru ve güzel bilgiyi, insanlara kabulde zorlanmayacaklarıı biçimde anlatmak hikmet gereğidir.

Gazabın ileri derecesi tehevvür denilen düşünmeden saldırmaktır; işin sonucunu anlamadan parlamaktır. Gazabın aşağı derecesi cebânet denilen korkaklık ve pısırıklık; gerektiğinde kendini savunmaktan bile âcizliktir. Gazap kuvvetinin hikmet gereği itidal çizgisi şecâat ve cesârettir.

Şecâat, insanda nefsin sevdiklerinden ayrılabilme gücü anlamına bir değerdir. Şecâat sâyesinde insan, ahlâkî değerleri tercih eder, cömertlik ve el açıklığı kazanır. Gücü yettiği hâlde hasmına saldırmak yerine nefsine saldırmayı yeğler, öfkesini yutar, kendini tutar. Cüret ile cesâret arasında fark vardır. Cüret sonunu düşünmeden yapılan ataktır. Cesâret ise duruma ve muktezâ-yı hâle göre gösterilen yürekli tavırdır. Dolayısıyla şahsiyet sâhibi bir insanın gazap kuvveti, hikmet gereği şecâat ve cesâret çizgisinde, insânî ve ahlaki değerler ölçüsündedir.

Şehvet insandaki etkin ve önemli bir içgüdü olarak kabûl edilir. Bunun da ileri ve geri seviyeleri vardır. İleri seviyesi sefihlik ve fuhşiyât denilen sınır tanımazlıktır. Şehvet içgüdüsünün eksiklik ve azlığı ise cümûdet denilen durgunluk, donukluk ve uyuşukluktur. Şehvet içgüdüsünün insanı yönlendirme özelliği dikkate alındığında donukluk ve durgunluk seviyesindeki azlığı da makbûl değildir. Hattâ bu yüzden şehvet içgüdüsünün tabiî olmayan yollarla yok edilmesi ve insanların bundan mahrum bırakılması meşrû sayılmamıştır. Şehvetin itidâli iffettir. Şehvet içgüdüsünün, büsbütün yok edilmesi de esiri olacak bir konuma  yükseltilmesi de makbul ve uygun değildir. Aksine aklî ve şer’î ölçüler içinde itidal çizgisinde tutulması esastır. Bu durum iffet denilen fazîletin ortaya çıkmasını sağlar.

İffet, söz ve davranışlarda insanın şehvetin etkisiyle kötü, çirkin ve yerilen davranışlardan uzak kalmasını sağlar. İffet, kişiyi yüz kızartıcı suçlarla birlikte cimrilik, yalan ve gıybet gibi kötü fiillerden uzaklaştıran, şahsiyeti korumada müessir hasletlerin başında gelen bir değerdir. Zira iffet mâkûl ve meşrû olmayan şehevî duygulara boyun eğmemektir. Bir bakıma inanan insanın, bu içgüdüyü kontrolde aşılmaması gereken kırmızı çizgileri koruması demektir. İnsanı kişilik zaafına sevk eden ve esâret altına alabilen şehvet içgüdüsü iffet sâyesinde aşılır. İnsan, şehvet arzularını akıl ve hikmetle tartar, iffetle onun tasallutundan korunur. İffet; şeref, haysiyet, nâmus ve toplumdaki itibârı koruyan ve insana insanlık değeri kazandıran bir fazîlettir. İffetin kaybı istikbâlin ve istikbâle âid ümidlerin kaybı demektir.

İnsandaki gazap ve şehvet içgüdüsünün eğitilmesi konusu, gerçek bir ahlâk problemidir. Güzel ahlâka ve şahsiyet inşâsına kavuşmak sabırla alâkalıdır. Zîrâ sabır, kişinin gazap ve öfkesine; şehvetine, nefsine hâkim olmasına yarar. Sabır sâyesinde kul ezâ vermekten kaçınır, yumuşak huylu ve sakin tabiatlı, serinkanlı ve dengeli olur.

Şahsiyet inşâsında önemli rolu olan hasletlerden birisi de adâlettir. Çünkü adâlet davranışlarda aşırılıklardan kaçarak orta yolu bulmaktır. Bu îtibarla adâlet bir denge duygusu olup cimrilik ile müsriflik arasında iktisâdı, cüret ve korkaklık arasında şecâat ve cesâreti sağlar.

İç motivasyon denilen teşebbüs ve cezbe kuvveti ile bağımsız hareket kabiliyeti demek olan hürriyet  ve akıl, insan şahsiyetini inşâ eden önemli unsurlardır. Bu ifâdeden yola çıkıldığında şahsiyetin temel unsuru olarak hürriyet kavramı ortaya çıkmaktadır.

Hürriyet Allah’a kul olmaktan geçer. Kaçınılması gereken ise kula kulluktur. Nitekim Kur’an ehl-i kitâbı, Allah’a kulluğa çağırırken kula kulluktan uzaklaşmaya dâvet etmektedir: De ki: Ey ehl-i kitap! Geliniz aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk edelim. O’na hiçbir ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp birbirimizi tanrı edinmeyelim. Kula kul olmayalım.[6]

Bugün insanlar, kula kulluktan kurtulalım derken büsbütün Allah’a kulluktan kaçtılar, nefis ve hevâlarına kul oldular. Hersekli Ârif Hikmet Bey’in bu konuda ârifâne bir beyti vardır:

Hakka kul olmakta buldum devlet-i hürriyeti

Ihtiyârımla esâret geldi, kendimden bana

Hürriyeti selbeden ve insanı en çok köleleştiren duygu, şehvet içgüdüsüdür. Nefsin hevâ denilen isteklerinin putlaştırılıp tanrılaştırılmasıdır. Kur’an insanların nefsânî duygu ve hevâlarını tanrılaştırarak azacağına dikkat çekmektedir: Hevâî duygularını tanrı edineni gördün mü?[7] Bu durum fertlerin kendi elleriyle hürriyetlerini, irâdelerini yok etmesidir. Bunun devlet eliyle fertlerin bağımsızlığının, serbest irâdelerinin yok edilmesinden pek fazla bir farkı yoktur. İkisi de şahsiyeti yaralayan sonuçlar doğurmaktadır.

Bugün toplumların ve toplumumuzun mübtelâ olduğu şahsiyet erimesi ve kişilik erozyonu denilen hastalığın temel sebebi şehvet içgüdüsünün sınırsız bir hürriyetle insanları ve toplumları esir etmesidir. Ferdiyetçiliğin egemen olduğu toplumlarda insanların sınır tanımayan tavırları kişileri doyumsuz bir şehvet çılgınlığına mübtelâ kılmaktadır. Basın-yayın organları, dijital yayınlar ve sosyal medya ile desteklenen, toplum mühendisleri tarafından sistemli şekilde uyarılan şehvet içgüdüsü, hem ferd hem toplum  plânında sağlıklı nesiller yetiştirmenin önünde bir maraz olarak durmaktadır. Bu marazdan kurtulmak için genelde şu  husûslar tavsiye edilir:

  • Güçlü bir irâdeye sâhip olmak,
  • Süblimasyon yöntemiyle zihni sürekli yüce ve yüksek duygularla meşgul etmek,
  • Kötü ve sefih arkadaşlardan uzak durmak; çünkü insan insanın şeytanıdır,
  • Nefsânî telkin ve dürtülerin çok olduğu ortamlardan uzak durmak,
  • Şehvet içgüdüsünün dürtülerine direnç göstermek; bunlara uyulduğunda oluşabilecek maddî-mânevî zararları düşünmek.

Müslüman şahsiyetinin temel kaynağı, dindir ve dinin fıtrata uygun olarak geliştirdiği vicdândır. Dinden soyutlanan şahsiyet anlayışındaki bireyselleşme, ahlâkın etkisini, sosyal ve mânevî müeyyidesini azaltmaktadır. Ahlâki ve dini değerlerden uzaklaştıkça bireyselleşen insanların kutsallık duygularını zaafa uğratmakta, şahsiyet bunalımına sokmaktadır. Bu da fıtratı bozan bir yapının ortaya çıkmasına etki etmektedir.

İnsanların fıtrî olan dini duygu ve ahlâk anlayışının bozulması, insanlığın huzur ve mutluluğunu tehdit ettiği gibi şahsiyet kaybına da sebebiyet vermektedir. İnsanlık fıtrata bağlı ahlâk normlarına dönmedikçe kendi kendini ifnâ/yok etmeyi sürdürecektir.

Hürriyet, şahsiyet ve kişiliğin temel unsurudur. İnsandaki hürriyet duygusu, en kolay biçimde şehvetle selbolunarak sökülüp alınır. Şehvete kurban edilen hürriyet, insanda şahsiyet erozyonuna yol açar. Şahsiyet parçalanması, insanın dayatmalarla inanmadığı; istemediği şeyi yapmak zorunda bırakılmasıdır.

Şahsiyet inşasında önemli role sahip değerlerden biri merhamettir. Merhamet fıtratta potansiyel olarak bulunan, ancak daha sonra öğrenilerek geliştirilen bir değerdir. Çağdaş toplumlarda kişilik erozyonu denilen şey, farkında olmadan şehvet içgüdüsü ve ferdiyetçilik anlayışının insanı bencilleştirerek merhametten ve farkındalık duygusundan mahrum hale getirmesidir ki, bu önemli bir kişilik aşınmasıdır. Aslında kişilik aşınması adalet ve merhamet gibi temel insânî değerlerden uzaklaşma sonucu ortaya çıkar. Bu durum zamanla diğer insânî değerlerin de kaybolup zaafların egemen olduğu yaralı toplumların oluşmasına zemin hazırlar.

Netice îtibariyle sağlıklı bir Müslüman şahsiyeti ve huzurlu bir toplum inşâsı için insanlara hikmet, şecâat, iffet, hürriyet, adâlet ve merhamet gibi temel insani değerlerin kazandırılması işin olmazsa olmazıdır.

 

[1] Buhârî, İstizân, 1; Müslim, Birr, 115

[2] el-Ahzâb, 33/4.

[3] Bkz. A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ankara ts., s. 233 vd.

[4] el-Bakara, 2/151.

[5] el-Bakara, 2/269.

[6] Âl-i İmrân, 3/64.

[7] el-Furkân, 25/43; el-Câsiye, 45/23.