Takva, Türkçeye sakınmak, korkmak veya Allah korkusu diye tercüme edilir. Oysa “Allah Teâlâ müminlerin dostudur.” (Bakara, 2/257.); ve “Allah müminleri sever, müminler de Allah’ı severler.” (Maide, 5/54.) O hâlde bu korku ve sakınma, âşık olan bir insanın sevgilisinin gözünden düşmemek için titizlenmesi, onun sevmeyeceği şeylerden sakınması olarak anlaşılmalıdır. Tasavvuf kültüründe bazı sufiler takvayı dört aşamalı olarak ele almışlardır: 1. Şirkten sakınmak, 2. Haram ve günahtan sakınmak, 3. Şüpheli şeylerden sakınmak, 4. Bizi ilgilendirmeyen boş işlerden uzak durmak. (Abdülkerim Kuşeyri, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye [nşr. Enes M.A. eş-Şarfavi], Cidde 2017, s. 319-320.) Bunlardan ilk ikisi, yani şirk ve haramdan sakınıp uzak durmak zaten her Müslüman için farzdır. Bu sebeple birçok sufi takvayı ilk iki maddeyle değil, üç ve dördüncü maddelerle ilgili olarak görmüş, şüpheli olan şeylerden ve gereksiz işlerden uzak durmayı takva diye tarif etmişlerdir. Nitekim ilk dönem mutasavvıflarından Ebu Hafs Haddad: “Takva, helalde olur.” demiştir. (Feridüddin Attar Nişaburi, Tezkiretü’l-evliya [nşr. M. R. Şefii Kedkeni], Tahran 1397 hş./2019, I, 409.) Ebu’l-Kasım Nasrabadi de: “Takva, gönlün masivadan uzaklaşmasıdır.” der. (Attar, age, I, s.856.) İbn Hafif Şirazi de aynı duygularla: “Takva, seni Hak Teâlâ’dan uzaklaştıracak her şeyden uzak durmandır.” demiştir. (Attar, age, I, s.629.) Fetva ve takva ayrımı İslam kültüründe eskiden beri dillendirilen bir konudur. Kur’an-ı Kerim’deki: “Artık evlenme ümidi beslemeyen, hayızdan ve doğumdan kesilmiş yaşlı kadınların ziynetlerini göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama yine de sakınmaları onlar için daha hayırlıdır.” (Nur, 24/60.) ayetini tefsir eden İsmail Hakkı Bursevi, yaşlı kadınların dış elbise (pardösü) giymemelerine izin verildiğini, bu durumun işin fetva tarafı olduğunu ancak ayetin sonundaki “Sakınmaları onlar için daha hayırlıdır.” ifadesinin ise işin takva tarafı olduğunu belirtmiştir. (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-beyan, İstanbul 1330, VI, s. 184.) Tezkiretü’l-evliya’daki rivayete göre İmam-ı Azam Ebu Hanife bir keresinde pazardan geçerken üzerine tırnak kadar az bir çamur sıçramıştı. Gidip suyun kenarında elbisesini yıkadı. Kendisine: “Ya İmam! Sen elbise üzerinde bir dirhem miktarı çokça necasete bile ruhsat verip namaza mani olmadığını söylüyorsun ama kendin bu azıcık çamuru yıkıyorsun!” dedikleri zaman, “O fetvadır, bu ise takva…” diye cevap vermişti. (Attar, Tezkiretü’l-evliya, I, s.242.) Bir başka örnek verecek olursak, koyunlarını merada otlatırken başkasına ait bir tarlanın sınırına kadar koyunları getirmek ve otlatmak fetva yönünden caizdir, ancak tarlaya çok yakın olan koyunların bir iki adımda o tarlaya girip ürüne zarar verme tehlikesi de olduğu için sürüyü daha uzakta otlatmak, sınıra fazla yaklaştırmamak, çoban açısından bir takvadır. Hakim Tirmizi: “Takva, kıyamette (hesap günü) kimsenin senin eteğini tutup hak talep etmemesidir.” der. (Attar, age, I, s.568.) Yani takvanın en önemli boyutlarından biri kul hakkından uzak durmaktır. Bu konuda, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin babası Sabit ile ilgili meşhur bir “yarım elma” hikâyesi vardır. Dere üzerinde akıp gelen bir elmayı alıp yarısını yiyen Sabit, “Acaba kul hakkı oldu mu?” kaygısıyla dere kenarından yürür ve dalları dereye sarkmış bir elma ağacı görünce o bahçenin sahibinden helallik ister. Ancak adam: “Benim kör, sağır, topal, dilsiz bir kızım var, onunla evlenirsen hakkımı helal ederim” der. Böyle bir insanla bir ömür nasıl geçer diye düşünen Sabit, ahirette kul hakkının en zor imtihan olduğunu hatırlar ve teklifi kabul eder. Ancak eve girdiğinde gayet sağlam bir kız ile karşılaşır. Dışarı çıkıp kızın babasına durumu sorar. Adam: “Günaha doğru yürümez anlamında topal dedim, dedikodu dinlemez anlamında sağır dedim vs.” diyerek açıklama yapar. Bu evlilikten doğan çocuğa Numan ismi verilir ve bu çocuk büyüdüğünde İmam-ı Azam lakabını alır. Bu hikâyenin ana fikri kul hakkından sakınmak ve takva sahibi olmaktır. (Mustafa Sever, Hâkim Süleyman Ata: Hikmetler ve Kıssalar, Ankara 2017, s. 302-309.) Kuşeyri’nin er-Risale isimli eserinde de şöyle bir hikâye anlatılır: Bayezid Bistami bir arkadaşı ile birlikte sahrada elbisesini yıkamıştı. Arkadaşı, “İzin verirseniz elbisenizi kurutmak için şu bahçenin duvarına asayım.” dedi. Bayezid, “Olmaz, başkasına ait duvara kazık çakılmaz.” dedi. Arkadaşı, “Peki, şu ağaca asayım.” dedi. Bayezid, “Olmaz, dalı kırılır.” dedi. Arkadaşı, “Şu otların üzerine sereyim.” dedi. Bayezid ise “Olmaz, otlar hayvanların hakkı ve gıdasıdır, üzerini örtmek doğru değildir.” diye cevap verdi. Sonra sırtını güneşe çevirdi, elbiseyi de sırtına serdi. Bir tarafı kuruyunca elbisenin diğer tarafını çevirdi ve o tarafı da kuruttu. (Abdülkerim Kuşeyri, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, s.322.) Bu hikâyede de takva sahibi bir Müslümanın kul hakkı hassasiyeti anlatılmakta ve okuyanların kıssadan hisse almaları beklenmektedir. Bazen fetva yönüyle (yasal olarak) caiz olan bir mesele, takva yönüyle uygun ve ahlaki olmayabilir. Mesela ticarette iflas eden ve parasal yönden sıkıntıya düşen ya da mahkeme tarafından haczedilen evi satılığa çıkarılan öz kardeşinin evini değerinin çok altında (haraç mezat) satın almak fetva olarak caiz ve kanunlar açısından yasal olabilir ama takva açısından ahlaki değildir. Hatta kendi kardeşi olmasa bile bir insanın ekonomik yönden zor durumda kalmış olmasını fırsata çevirmek ve malını düşük fiyattan almak İslam ahlakı ile bağdaşmaz. Öte yandan, takva ehli olacağım düşüncesiyle insanın kendini aşırı sıkıntıya sokması, ruhbanlığa veya vesveselere varan davranışlara yönelmesi İslamiyet’in tavsiye ettiği bir şey değildir. Nitekim ashab-ı kiramdan bazıları bir gün muhterem validelerimize sorarak Allah Resulü’nün (a.s.) ibadetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimizin itidal üzere yapmış olduğu ibadetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine: “–Allah’ın Resulü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler. İçlerinden biri: “–Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri: “–Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahabi de: “–Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi: “–Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhari, Nikâh, 1.) Ebu Nasr Serrac Tusi (ö. 378/988) el-Lüma’ isimli tasavvufi eserinde şöyle der: “Ben bir topluluk gördüm. Nefislerini aza kanaate mahkûm etmişler, kuru ot yiyerek su içmeden yaşamaya çalışıyorlar ve fakat farzları kaçırıyorlardı. Çünkü nefislerine adaletle davranmamışlar ve eskilerden bu yola süluk etmiş kişilerin adabını benimsememişlerdi. Bir grup da uzleti ihtiyar edip mağaralara çekilmişler; böylece halktan kaçtıklarını ya da dağlarda ve sahralarda nefislerinin şerrinden emin olacaklarını sanmışlardı. Ya da Allah’ın halvet ve uzlet sayesinde, kendilerini veli kullarına verdiği güzel hâllere erdireceğini, bunun halk arasında iken gerçekleşemeyeceğine inanmışlardı. Bunlar da bu görüşlerinde yanılmışlardır… Yeni ortaya çıkan bir grup daha gördüm. Onlar da yemeyi azaltıp geceleri uyumadan devamlı Allah’ın zikriyle meşgul oluyorlar. Hatta içlerinden kimileri bazen bayılıyor ve bundan sonra kendisine iyi hizmet edilmeye ve günlerce şefkatle muamele edilmeye muhtaç oluyor. Ancak bu sâyede farz namazları kılmaya muktedir olabilmektedirler”. (Ebu Nasr Serrac Tusi, el-Lüma’ [nşr. Abdülhalim Mahmud- Taha Abdülbaki Sürur], Kahire 1960, s. 527-528.) Yukarıdaki rivayetlerden anlaşıldığına göre zühd ve takva konusu asr-ı saadetten beri bazı yanlış anlamalara konu olmuştur. Asr-ı saadette bu konularda istikametten sapma eğilimi gösterenler Hz. Peygamber (a.s.) tarafından uyarıldığı gibi sonraki asırlarda sapma gösterenler de tasavvuf klasiklerini kaleme alan büyük mutasavvıflar ve âlimler tarafından uyarılmış, doğru yola ve istikâmete sevk edilmişlerdir. XVIII. yüzyılda Hindistan’da yaşamış olan Nakşibendi meşayıhından Mazhar Can-ı Canan’ın (ö.1195/1781) takva konusundaki şu sözleri günümüze ışık tutması açısından oldukça manidardır: “Ruhsatla değil de azimetle amel etmek, takva yolunu tercih etmek bu zamanda çok zordur. Çünkü dünyevi işler dağılmış, dinî kurallara uygun amel etmek sanki durmuş gibidir. Eğer fıkıh kitaplarındaki bilgilerle, (takva ile değil de) fetvanın zahiri ile amel edilebilse ve bidatlerden kaçınılabilse bu bile büyük bir nimet ve ganimettir”. (Abdullah Dehlevi, Makamat-ı Mazhari [trc. Necdet Tosun], İstanbul 2024, s. 103.) Netice olarak takva, hem Allah’ın yasaklarından hem de gönlümüzü meşgul eden lüzumsuz şeylerden uzak durmak anlamında mühim bir İslami fazilet ve ahlaki erdemdir. Sufilere göre takvaya konu olan önemli hususlardan biri de kul hakkından sakınmaktır. Ayrıca fetvaya göre caiz olan bazı durumlar, takvaya göre uygun ve ahlaki olmayabilir. Öte yandan takva ehli olmak arzusuyla İslamiyet’in tavsiye etmediği aşırılıklara gitmek de doğru değildir.